Tarih boyunca halklar, değişim talepleriyle pek çok kez yöneticilerini değiştirdi. Birileri devrildi, yenileri başa geçti. Yeni liderler, yeni rejimler, yeni bayraklar, yeni sınırlar... Ancak günün sonunda bir şey hiç değişmedi: Ezilen, sömürülen, geri bırakılan, zulme maruz kalan yine halklar oldu. Zulüm biçim değiştirdi; ambalajlar, liderler değişti ama öz hep aynı kaldı. İşte bu durumu en iyi anlatan ifade “Kamçı aynı, tutan el farklı” sözüdür. Yani kamçının acısı bitmedi; yalnızca onu tutan elin adı, dili, rengi ve söylemi değişti.
Peki, Kamçının Sahibi Kim?
Kamçıyı tutan el bazen günümüz jargonuyla “dış güçler”/sömürgeci kâfirlerdir; bazen içerideki iktidar yapısıdır. Fakat her devirde bir "umut satıcısı" çıkar. Fakat o umudu pazarladıktan sonra, tıpkı öncekiler gibi halkın karşısına aynı kamçıyı savurarak çıkar. Bu yüzden yalnızca kişilere değil, sistemin kendisine karşı bilinçli bir duruş gerekir.
Bununla beraber tarih, kamçının bizzat kırıldığı örneklere de tanıklık etmiştir. Hilâfet, on dört asır boyunca ümmetin birliğini, adaleti ve bağımsız iradesini temsil eden bir çatı sistemiydi. Bu sistemin kaldırılmasıyla Müslüman coğrafyada kamçılar çoğaldı; kamçıyı tutan eller değişti. Bu ellerse Batı ve onun desteklediği ulus-devlet yöneticileri oldu. Bugün İslâm beldelerinin yöneticileri, Batı’nın talimatıyla halkına zulmeder hâle geldi. Ümmetin sırtına her devirde başka bir kamçı indi. Hilâfet’in yıkılmasının hemen ardından, ümmetin sırtına yeni kamçılar inmeye başladı. Bu sefer tutan el kendi içimizdendi. İsmi Türk’tü, Arap’tı, Fars’tı... Ama özü, sömürgeci kâfirlerin buyruğundaydı. Bugün ümmetin parçalanmışlığı, acıları, işgalleri ve zilleti; “kamçının aynı, tutan elin farklı” olmasına dair ibretlik bir tablo hâline geldi.
Hilâfet’in Yıkıldığı Günden Beri, Kamçılar Çoğaldı!
1924’te Hilâfet’in ilgasıyla Müslümanlar siyasi olarak yetim kaldı. O güne dek ümmeti savunan bir Halife vardı. Hilâfet, ümmetin başıydı. İslâm’ın siyasi çatısıydı. Müslümanları tek bir sancak altında toplayıp dış tehditlere karşı bir kalkan işlevi görüyordu. Ne zaman bu kalkan kaldırıldı, o zaman Müslümanlar başsız kaldı. Bir zamanlar Hilâfet, ümmetin tüm yaralarına merhem olmakla mükellefti.
Bugün Gazze’de akan kanı durduracak bir el yok. Yemen, Suriye, Doğu Türkistan ve Arakan’da inleyen, zulme maruz kalan Müslümanlar yalnız. Halklar ümmetten koparıldı. Çünkü artık onları toplayan bir merkez kalmadı. Batı’ya meftun İslâm beldelerinin yöneticileri ise kendi iktidarlarının bekasıyla meşgul hâle geldi. Ümmeti savunacak bir merkez kalmayınca, Batı’nın çizdiği ulus-devlet sınırları içinde hükmeden, ümmet adına konuşan ama ümmeti temsil etmeyen; gerçekte efendilerini temsil eden “yerli efendiler” devreye girdi.
Bu yerli efendiler kendi halkını baskılayan bir otoriteye dönüştü. Artık ümmeti değil, Batı’ya entegre olmuş rejimleri temsil ediyorlardı. Bu rejimler ve onları yöneten yerli yöneticiler, her biri farklı bir sınırla ümmeti parçaladı; Batı’nın siyasi rejimlerini, söylemlerini, kültürlerini savunur hâle geldiler. Her biri bir bayrakla kardeşlik bağını kopardı; bir anayasa ile İslâm’ı siyasetten uzaklaştırdı. Her biri halkına “özgürlük”, “ilerleme” ve “çağdaşlık” kamuflajı altında Batı’nın ideolojilerini dayattı. Kamçı aynıydı: zulüm, sömürü ve İslâm’ın siyasal kimliğinin inkârı.. Ama artık kırbacı tutan el bizim içimizdendi.
Fakat yalnızca kamçıyı tutan bu yerli elleri değiştirmekle zulüm üreten sistem değişmez. Asıl mesele, kamçının kendisini kırmaktır. Yani halkı ezen sistemi, zulmü meşrulaştıran kurumları ve sömüren düzeni topyekûn sorgulamak gerekir. Çünkü burada bahsedilen “kamçı”, sadece bir baskı aracı değil; kökleri ideolojilere, rejimlere ve Batı menşeli yönetim sistemlerine uzanan bütüncül bir düzendir. Kamçı aslında sistemdir. Bu sistem değişmeden, onu tutan eller değişse de zulüm değişmeyecektir.
Hilâfet’in yıkılmasından bu yana, sömürgeci kâfirler kendi adlarına iş görecek yöneticileri İslâm beldelerinde iktidara taşıdı; böylece kendi kamçılarını/sistemlerini temsil edecek bir düzen inşa ettiler. Fakat bu yöneticiler hiçbir zaman bu ümmetin sesi olmadı; sadece mevcut Sisteme meşruiyet sağlayan, yerli görünümlü ama Batı adına hareket eden bir aracı sınıf olarak görev yaptılar. Dolayısıyla mesele, kamçının kimde olduğu değil, kamçının kırılmasıdır.
Bu ise ancak İslâm’ın siyasal otoritesi olan Hilâfetin yeniden tesisiyle mümkündür. Hilâfet, ümmeti tek bir siyasi merkezde toplar. İşbirlikçi yöneticilerin değil, ümmeti temsil eden bir Halife’nin varlığı ancak bu kamçıyı kırabilir, zulme son verebilir ve dünyaya yeniden adalet ve güvenlik getirebilir. Günümüz kamçıları olan kapitalizm, laiklik, demokrasi ve milliyetçi ulus-devlet ideolojileri sisteminden çıkış ancak Hilâfet'le mümkündür.
Laik kapitalist sistem yalnızca İslâm beldelerinde değil, tüm dünyada derin yaralar açtı. Bu sistem; insanı Rabbi’nden, fıtratından, hakikatten kopardı. Modern çağın putlaştırdığı değerler, insanı buhranlara ve yalnızlığa sürükledi. Kapitalist düzen, bütün bir insanlığı tüketim bağımlılığı, sınırsız hırs ve bireysel haz arayışı ile zehirledi; toplumsal bağları çürüttü, aile kurumunu dağıttı, çevreyi talan etti.
Müslümanları ise kimliklerinden, köklerinden, vahyin inşa ettiği şahsiyetlerinden kopardı. Artık ümmet; düşüncesi Batı’dan, hissiyatı seküler medyadan, hedefi ise kariyer ve konfordan beslenen bir kitleye dönüştürüldü. İşte bu yüzden bugün sadece zulüm değil, zihinsel esaret de kamçının bir başka boyutudur. Bu kamçı kırılmadıkça gerçek kurtuluş mümkün değildir. Ümmet artık bu kamçıları temsil eden yöneticilerle değil, asıl sahibi olan Hilâfetle yönetilmelidir.
Sonuç olarak;
Bugün Müslümanların önünde iki seçenek vardır:
Ya aynı kamçıyla yola devam edeceklerdir. Fakat bilinmelidir ki, bu kamçıyı kırmadan zulüm sona ermez.
Ya da Hilâfetle yeniden bir diriliş!
Ya bu kamçı darbeleriyle yönetilmeye ses çıkarmayarak bu zulüm ve zillete razı olunacak...
Ya da bu zulüm düzeninin köküne inilecek, Hilâfet talep edilerek kamçı tümüyle kırılacaktır.